TR
  • English
  • Türkçe
  • Prof. Dr. Ayten ALTINTAŞ

    Vazgeçemediğim Tıbbi Bitkiler

    Medipol Üniversitesi Tıp fakültesi Tıp tarihi ve Etik Anabilim Dalı

    Ben Prof. Dr. Ayten Altıntaş Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesinde Tıp Tarihi hocasıyım. Daha önce 37 sene Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde Tıp Tarihi hocası olarak çalıştım. Aralıksız kırk yıldan fazla  tıp tarihi ile özellikle Osmanlı tıbbı ve Osmanlı’da ilaç olarak kullanılan tıbbi bitkiler üzerinde çalışıyorum. Aromatik ve Tıbbi bitkiler benim hayatımın çok önemli kısmını kaplıyor. Çünkü Osmanlı Tıbbında tedavide kullanılan ilaçların çoğu bitkiseldir ve bu ilaçların çoğu Anadolu topraklarının bitkileridir. Bu topraklar özellikle bu bitkiler konusunda çok zengindir. Osmanlı tıbbındaki bitkisel ilaçlar da hekimlerin bu topraklarda tanıdıkları, topladıkları, yetiştirdikleri bitkilerdir ve bu konuda çok bilgi verirler.

    Benim  Gül maceram da böyle başladı. Gül konusundaki çalışmalarım kokulu gülün Osmanlı tıbbında ilaç olarak yer almasını fark etmemle başladı.  Osmanlı tıp kitaplarındaki tedavi edici reçeteleri toplamam ve bu konuda bir makale yazmam 2006 senesi idi. Bir sene sonra Gülbirlik için “Gül- Gülsuyu. Tarihte, Tedavide ve Gelenekteki yeri” , isimli bir kitap hazırladım. O kitap 2009 senesinde ve 2010 senesinde iki kere yenilenerek basıldı. Bu iki kitap kaynak ve araştırma kitabı olduğundan halkın anlayacağı ve faydalanacağı bir başka kitap gündeme geldi ve 2009 senesinde “İlaçların En Güzeli Gül” basıldı. 2014 yılında “Isparta Gülü, Önemi- Tarihçesi- Kullanılışı” , 2017 yılında “Ruh ve Bedenin İlacı Gül”  yayınlandı.

    Bu çalışmalarım sırasında Isparta’ya gülcülüğü getiren ve 135 senedir Isparta halkının bu yolla ekmeğini kazanmasına sebep olan Gülcü İsmail Efendi’nin hayatı, bu konudaki emekleri ve çalışmaları beni çok etkilemişti. Bu konunun bilinmesinin gençliğe çok önemli bir örnek olacağına inanıyorum; İsmail Efendi Isparta’nın Yalvaç Kazası’ndan önemli bir ailenin oğlu olup zamanın en önemli eğitimi olan “medrese” eğitimi almıştı. Yaşadığı toprakların halkına hizmet etmenin birinci görevi olduğuna inanıyordu. Önce yünlü dokumacılığını ele alıp halkın koyunlarının yünlerini dokuma olarak değerlendirmelerine ön ayak oldu. Fakat bu halkın para kazanmasına yetmiyordu. İsmail Efendi,  eğer akıllıca çalışırsa toprağın en doyurucu serveti vereceğine inanmıştı. 1888 senesinde Sultan Abdülhamit’in Osmanlı topraklarında gülcülük tarımını teşvik ettiğini öğrendi bu konuda araştırmalara başladı. Kokulu gülün bir ticaret ürünü olduğunu ve Isparta’ya gelir getirebileceğini düşündü, İsmail Efendi gül çelikleri getirtti, topraklarına ekti, gülleri gülyağı haline getirecek uzmanlarla haberleşti. Büyük çabalarla bir uzman bularak kendi gül bahçelerinin güllerini imbikten geçirerek 1892 yılında ilk gülyağını elde etmişti. Beş senelik emek netice vermişti.  Bundan sonra İsmail Efendi için bir başka mücadele dönemi başlayacaktı. O da elde ettiği gülyağlarını satmak, Isparta gülyağını yerli ve yabancı piyasalara tanıtmaktı.  İstanbul’daki Ziraat Nezareti’ne gitti. Çok zor olsa da Nazır Selim Melheme ile görüşme fırsatını yakalamıştı.  Beraberinde götürdüğü gülyağı ürününün kimyasal tahlilini yaptırmış ve bu yağların yüksek kalitede olduğunu ispat etmişti. İsmail Efendi’nin bu kişisel çabası devletin ileri gelenleri tarafından takdir edilmiş ve neticede Padişah tarafından “Üçüncü derece Mecîdi Nişanı” ile ödüllendirilmişti. İsmail Efendi Nişan yanında verilen “para ödülü” nü kabul etmediğinden daha sonra kendisine kıymetli bir imbik hediye edilmişti. Ziraat Nezareti tarafından kabul edilmiş olması gülyağlarının yurt dışına satılması yolunu açmıştı. İsmail Efendi bu konuda da kolları sıvadı ve Avrupa pazarlarına bu kaliteli gülyağlarını tanıtmak için açılan fuarlar “sergi” lere gitti. Kendisi 73 yaşında idi buna rağmen birkaç defa Avrupa’ya gidip Isparta gülyağını tanıttı ve “Pazar” bulmaya çalıştı. Yetmiş beş yıllık hayatı boyunca servet ve mesaisini hayırlı teşebbüslere hasreden İsmail Efendi 1915 yılının Mayısında tam gül mevsiminde Isparta’daki evinde gözlerini hayata kapattı. İsmail Efendi, sürdürülebilir bir tarım çeşidi olan gül tarımını büyük emeklerle Isparta’ya kazandırdı. Bugün Isparta gülcülüğü sadece Isparta’ya değil tüm Türkiye’ye hizmet ediyor ve Dünya gülcülüğünde birinci sırayı koruyor.

    Aromatik ve Tıbbi bitkilerin dünyası beni her zaman etkilemiştir. Özellikle ilaç olarak kullanılmaları ve kokusu ile ilaç olmaları. Bu konuda Osmanlı tıbbında pek çok örnek var. “Mercanköşk” bitkisi de bunlardan biridir. Mercanköşk mütevazı ve az bilinen bir kekik türüdür ama insanlık tarihinin en eski devirlerinden beri kutsallığı belirtilmiş, ilaç olarak tıp kitaplarında yer almış ve etkileri bugünkü tıpta dikkat çekmiştir. Mercanköşk Güneydoğu Akdeniz bölgesinin endemik bitkisi olup güney kıyılarımızda doğal olarak yetişen çalımsı veya otsu, çok yıllık, pembe veya beyaz çiçekli ve kuvvetli kokulu bitkidir.  Ülkemizin yerli bitkilerinden olduğu halde az tanınır ve az kullanılır. Oysa Avrupa bu bitkiyi 16. Yüzyılda bizim vasıtamızla tanımış ve mutfakta ve fitoterapide yoğun olarak kullanmaya başlamıştır. Mercanköşk, yaprakları bile müthiş güzel bir kokuya sahip eski devirlerin kutsal bitkisi, halk tıbbının vazgeçilmez ilaçlarındandır. Bu güzel koku Hazreti Davud’un da kokusu imiş. Eski sözlükler bunu hep yazar. Kutsal olduğuna inanan halk eski devirlerde evliliklerde mutluluk getirmesi için başlarına taç yaparmış, evlenecek kızlar da mercanköşk yağı ile bedenlerini yağlayarak yatarlarsa rüyalarında müstakbel eşlerini göreceklerine inanırlarmış.

    Tıp araştırmalarının gelecek vaat ettiği bu bitki, Türkiye’nin pek çok bölgesinde kendiliğinden yetişiyor. Babaannem de çok sevdiği kahvesine saksıda yetiştirdiği mercanköşkten birkaç yaprak koyardı. Neden koyduğunu sormamıştık, güzel kokusu için olduğunu zannediyordum. Aslında midede yanma yapmaması içinmiş. Bu bilgiyi bugünkü tıp bilimsel olarak kabul ediyor. Bu uygulamalar bugün de sürekliliğini koruyor ve Eğe yöresinde devam ediyor.

    Anadolu topraklarının tıbbi bitki olarak kullandığı ve benim etkisi altında kaldığım bir başka bitki de “Tarhun otu”dur. Başta Ankara ve Gaziantep olmak üzere Anadolu’da pek çok yerde şifalı bitki olarak yetiştirilen Tarhun çok eski tarihten beri aynı adla kullanılmaktadır. Bu konunun beni heyecanlandıran yönü bu ismin hem Hitit fırtına tanrısının ismi olması, hem Orta Asya Türk dünyasının beylerinin paralarına kazıdıkları isim olmasıdır. Anadolu’da yaşamış olan Hititlerin en önemli Tanrısının ismi, Hitit ve Asur kayıtlarında da Tarhun idi. Bu bitki ağrıları hızla geçiren tıbbi bitkidir. İslam dünyasında aynı isimle bütün önemli müfret deva kitaplarında yer almıştır. Tarhun bitkisinin İngilizce ve İspanyolcada kullanılan karşılığı olan Tarragon Arapçadan Latinceye çevrilmiş şeklidir. Batı dünyası bu ilacı İslam tıbbından, İslam tıbbı da Türk dünyasından tanımıştı. Bu önemli tıbbi bitkinin Hitit ülkesinde tanrının sembolü olması konusu sürekliliğini çok yakın zamana kadar Anadolu’da devam ettirmiştir. Ankaralı Araştırmacı yazar Nimet Berkok Toygar “Ankaralıların Çok Sevdiği Bitki Tahrin” başlıklı yazısında 1940 yılında kendi şahit olduğu tarhun bitkisinin dikilmesi sırasında özel bir ritüel uygulandığını bildirir. Diğer sebzelere uygulanmayan bu özel merasim şöyledir; sabah erkenden başta bir imam, arkasında tarhun ekecek çiftçi ve arkadaşları tarlaya giderler. Hoca efendi dualar okur, eski tarhunlar sökülür, gene dualarla yenileri dikilir, dikim işi bittikten sonra da yemek ikram edilir. Bu özel merasim Hitit Tanrısının kutsal bitkisi olmasının aynı topraklarda sürekliliğini gösterir.  

    Tıbbi bitkilere saygıyı Eski Türk geleneklerinde çok görüyoruz. Orta Asya Türklerinde, ki Anadolu’ya gelen Türkler’de de bu gelenek devam etmiştir, tüm canlılara saygı çok önemlidir. Bu geleneğin yakın zamana kadar devam ettiğini Amerikalı bir gazeteciden öğreniyoruz. Bu gazeteci konuk olarak gittiği bir Türk ailenin çadırında üşütmüş olduğunu fark eder. Evdekiler merak etme sabah çadırın civarında olan bir bitkiyi toplar çay olarak içer ve iyi olursun derler. Bu Faydalı bitkiyi tarif ederler. Sabah gazeteci tarif edilen çiçekten bir kucak dolusu toplamıştır. Çadıra dönünce evdekiler hayret içinde kalmışlardır, nedenini sorunca neden bu kadar çok topladığını sorarlar. Ona gereken bir tutamdır, gerekirse tekrar toplar ama bu kadar çok bitkiyi koparmamalıydı. Amerikalı gazeteci çok utanır ve hak verir. Türk insanının çevresinde yetişen her bir bitkiye ne kadar saygılı olduğuna şahit olmuştur. Onlar çevreyi korumada çok üstün bir konumdaydılar.

    Anadolu’da Selçuklular, Beylikler ve Osmanlı Devleti dönemlerinde tabip ve sağlık işleriyle uğraşanların ahlaki eğitim gördükleri zaviyeler vardı. Buradaki eğitimleri bize fütüvvetnameler bildiriyor. Buradaki ahlak eğitimlerinde belli değerlere sahip olmak önemli olmakla beraber, bu değerlerin davranışlara aksetmesi daha önemlidir. “Amelsiz ilme değer verilmez” esas düsturdur. Çok önemli bir olmazsa olmaz da  “İyi ahlakın toplum için kullanılması”dır. Eğitim görenin bilgisini ve hizmetini tüm insanlara ulaştırması gerekiyordu. Osmanlı hekimi genelde bu ahlaki baz içinde yetişmiştir.