TR
  • English
  • Türkçe
  • Prof. Dr. Arif BİLGİN

    Al Kaşığı, Çal Pilava: Türk Kültüründe Kaşık

    Sulu ve taneli yiyecekleri tüketmek için kullanılan kaşık Türk kültüründe oldukça dikkat çekici bir unsurdur. 19. yüzyıla kadar tabaklar dışında sofradaki tek araçtır. O nedenle çok işlevli bir özelliğe sahiptir. Yemeğin bizzat kendisinin bir sanat olarak düşünüldüğü Osmanlı kültüründe, mutfak ve sofra malzemeleri de sanatsal bir form kazanmıştır. Üç tekerlekle ocağa sürülen cezvelerden metal kısmı işlemeli ve sapı kıymetli taşlarla süslenmiş bıçaklara, son derece görkemli porselenlerden dövülerek veya kazınarak süslenen bakır kap-kacaklara kadar her malzeme adeta bir sanat eserine dönüşmüştür. Kaşıklar, bu sanat anlayışının inceliğini en iyi yansıtan araçlardır.

    Dünyada kaşığın geçmişi prehistorik devirlere kadar götürülmektedir. Anadolu’da, 9 bin yıl önce kurulan bir yerleşim olan Çatalhöyük’te kemik kaşıklara rastlanmış, Hacılar’da bulunan kaşık örnekleri ise 6 bin yıl öncesine tarihlenmiştir. 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan Divân-ı Lugâti’t-Türk’te, “kaşuk” şeklinde geçen kaşığın Türk dünyasındaki kullanımının daha erken tarihlere gittiği bilinmektedir. Aynı eserde hem kaşık hem de kepçe anlamında kullanılan kamçı sözcüğü de yer almaktadır.

    İlkçağlarda önceleri Hindistan cevizi gibi meyveler, deniz kabukluları, kemik ve pişmiş topraktan kaşık yapan insanoğlu, zamanla bazı hayvanların boynuzları ve dişleri ile sert dokulu ağaçları da tercih etmeye başlamıştır. Daha sonraları bunlara sedef ve mercan gibi kıymetli taşlar ile bağa (kaplumbağa kabuğu) gibi boynuzumsu maddeler ilave edilmiştir. Osmanlı kaşık kültürü böyle bir geleneğin üzerine inşa olur. Kaşık kültürünün çeşit ve zarafet açısından oldukça zenginleştiği Osmanlı döneminin sonlarına doğru sofrada kaşığın yalnızlığı sona erecek, kendisine çatal ve bıçak eşlik etmeye başlayacaktır. Çatal-bıçak ikilisinin bazı şehirlerde ve kırsalda kullanımının yaygınlaşması ise Cumhuriyet dönemine sarkan bir gelişmedir. Osmanlı döneminde özellikle seçkin muhitlerde her yemek aynı kaşıkla yenmez, yemek değiştikçe kaşık da değişirdi. Sofradakiler yeni yemeğe eşlik eden kaşığın biçiminin de değiştiğine şahit olurdu. Farklılaşan kaşıklar arasındaki benzerlik, muhteşem estetiğiyle Türk el sanatlarının ihtişamını aynı oranda yansıtmaktan ibaretti.

    Türk el sanatlarının bir ürünü olan kaşıklar, hammaddesine veya kullanım alanlarına ya da her ikisine göre isim aldılar. Topkapı Sarayı’nda kullanılan kaşıkların da bu tasnife göre isimlendirildikleri görülmektedir. Bir yanda hoşaf, paluze, keşkül ve yemek/sofra kaşıkları; diğer yanda sakız, şimşir, abanoz, Hindistan cevizi, sandal, zeytin, sedef ya da şîr-i mâhî (deniz aslanı/mors) dişinden yapılma kaşıklar… Sonuncusu en pahalı kaşık çeşidiydi. Saray dışındaki pazarlarda şimşirden yapılan ban ve tokmak kaşıkları ile porselen veya kızılcık, ardıç ve karakurt (kavlak) ağaçlarından yapılma kaşıklar da bulmak mümkündü. Yemek/sofra kaşıkları muhtemelen kendine has kaşığı olmayan bütün yemeklerde kullanılırdı. Bu çeşitlere Osmanlılar zamanında ve Cumhuriyet döneminin başlarında çorba, pilav, muhallebi, tatlı, kavurma, zeytin, kahve ve çay kaşıkları eklendi. Altın, gümüş ve diğer madenlerden yapılma kaşıklar da son dönem Osmanlı sofralarını süsledi.

    Kaşık; ağız, boyun ve sap olmak üzere üç bölümden oluşur. Kullanım alanı farklı kaşıklarda bölümlerin her biri ayrı özellik ve ölçülere sahiptir. Ağızları yumurta, armut, üçgen veya daire şeklinde, derin veya sığ; boyun kısmı dar, geniş, çıkıntılı ya da düz; sap kısmı ince, kalın, düz, oyma, burmalı, dendanlı (tırtıklı) olabilirdi. Tek parça kaşıklar yanında her bir bölümü farklı malzemelerden üretilen kaşıklar da revaçtaydı.

    Yumurta biçimindeki çorba kaşıklarının boyu 18-20 santim ve ağzı orta derinliktedir. Ağız kısımlarının sap tarafı geniş, uç kısmı nispeten sivri, sap kısmı ise geniş ve düzdür. Sap ve ağzın birleştiği noktada “kulak” denen çıkıntılar mevcuttur. Hoşaf kaşıklarının ağız kısmı daire şeklinde ve derin, sapları ise yuvarlak, ince ve oldukça zariftir. Sap ve ağız kısımları genellikle farklı maddelerden yapılmıştır. Sapları çorba kaşığınınkine benzeyen fakat kulak olmayan pilav kaşıklarının ağız kısımları yuvarlak, derinlikleri çorba kaşıkları gibi orta düzeydedir. Osmanlı kayıtlarında taâm veya sofra kaşığı olarak geçen yemek kaşıklarının genel görüntüsü çorba kaşıklarına, sapları ise pilav kaşıklarına benzer. Ancak çoğunlukla şimşirden tek parça olarak yapılan yemek kaşıklarının ağız kısmının derinliği bu iki türle kıyaslandığında sığdır.

    Bu tanımlamalara, tatlı kaşıklarının sap kısmının kısa olduğunu ve sedef, mercan, fildişi gibi maddelerden üretildiğini, ağız kısımlarının ise kemik, şimşir ve gümüşten imal edildiğini; muhallebi kaşıklarının üçgen biçiminde yapıldığını; tek parça olan kavurma kaşığının ağız kısmının sığ, sapının uzun olduğunu; zeytinyağından zeytin almak için kullanılan zeytin kaşıklarının ağız kısmında deliklerin bulunduğunu; şimşir veya madenden yapılan kahve ve çay kaşıklarının oldukça küçük boyda üretildiğini ekleyebiliriz.

    Osmanlı döneminde ahşap dışı malzemeden yapılan ve hali vakti yerinde kimselerin sofralarını süsleyen kaşıkların özellikle saplarının ince ve dekoratif olduğu belirtilmelidir. Bu göz alıcı kaşıkların tek parça üretilmesi halinde saplarının kalınlaştığı görülür. İster yekpare isterse çok parçalı olsun, atasözünde de vurgulandığı gibi, sapın ortaya getirilmesi kaşık yapımının püf noktasıdır: “Herkes kaşık yapar ama sapını ortaya getiremez.” Üretimin serileşmesi ve tektipleşmesiyle birlikte geleneksel usullerle kaşık üretimi azalsa da Osmanlıdan tevarüs edilen kaşıkçılık geleneği Anadolu’nun belli bölgelerinde hâlâ yaşamaktadır. Fakat ne yazık ki yalnızca tahta kaşık üretimiyle sınırlı kalmıştır. Adapazarı’nın Taraklı, Çanakkale’nin Çan, Trabzon’un Sürmene, Kütahya’nın Tavşanlı, Antalya’nın Akseki ilçeleriyle Kastamonu ve Konya gibi şehirler ahşap kaşık üretimi söz konusu olduğunda ilk akla gelen yerlerdir. Halen üretilen ahşap kaşıkların dikkate değer bir bölümü oyun kaşığı ve süs kaşığıdır.

    Türk kültüründe kaşığın fonksiyonu yeme-içme ile sınırlı değildir. Anadolu’da halk oyunlarının bir kısmı ahşap kaşıklarla oynanır. Birçok ölçü, kaşık hesabı yapılır. Kaşık, aynı zamanda evlerde uygun yerlere asılacak süs eşyasıdır. Bütün bunların ötesinde kaşık önemli bir semboldür. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde genç erkek ve kızların evlenme taleplerini babalarına doğrudan söylemeleri genellikle ayıp sayıldığından gençler isteklerini babalarının ayakkabılarını ters çevirmek, topuk kısmından çivi ile çakmak ya da pilava kaşık dikmek gibi dolaylı yollarla anlatmışlardır. Bazı yörelerde ise evlenmek isteyen erkeğin sofraya bir kaşık fazla, kızın ise bir kaşık eksik koyarak evlilik taleplerini gayet zarif bir biçimde izhar ettikleri de bilinmektedir.

    Geleneksel üretim zayıflarken kaşıkla ilgili atasözleri ve deyimler canlılığını korumakta ve oldukça önemli mesajlar içermektedir. “Bir kaşık suda boğmak”, “Kaşıkla verip kepçeyle almak”, “Ne doğrarsan aşına, o çıkar kaşığına”, “Her kaşığın kısmeti bir olmaz”, “Lafı lafa etme ilave, al kaşığı çal pilave” bunlardan birkaçıdır. Kaşgarlı Mahmud’un Divân-ı Lugâti’t-Türk’ündeki, faydasız sözün gereksizliğini ifade eden “Kuru kaşık ağza yaraşmaz, kuru söz kulağa yakışmaz” deyişi ise tarihî tecrübenin bir maddî kültür unsurundan hareketle ürettiği, kültürel belleğe nakşedilmesi gereken bir atalar sözü olarak yanı başımızdadır.